26 Şubat 2009 Perşembe

hulahup



"1958 yılında, ABD'de piyasaya sürülen ilk plastik hulahuplar, sadece 4 ay içinde 100 milyon sattı. Hula Hoop deliliği bütün dünyayı sardı. Bu renkli, yuvarlak çemberler, bazı ülkelerde, örneğin Endonezya'da, toplum içinde popo sallamak ayıp olduğu için yasaklandı."
(kaynak wikipedia)

24 Şubat 2009 Salı

gökçen'e



Çok yorucu, çok koşturmalı bir günde, herşeyin hala yabancı olduğu bu şehirde, hayatı paylaştığım herkesin uzak olduğu bir zamanda içimi ışıtan bu armağanlar için nasıl teşekkür etsem bilemedim...

İyi ki seni tanıma şansını bulmuşum, benim pamuk yürekli arkadaşım.

:)

23 Şubat 2009 Pazartesi

gel anane, eve gidelim...


(ninenin boyu en az 3 metre...)

çiçekçi teyzeler

çaktırmadan çekeyim dedim...



meğer hiç gerek yokmuş :)

21 Şubat 2009 Cumartesi

cumartesi





Neri bizi yemeğe davet etti bugün. Dışarıda hava yine puslu mu puslu... Dumanı tüten çorbalar, hem içimizi ısıttı hem de evimizde hissettirdi.


Bu şaşkın telefon, evin en yaşlı sakinlerindenmiş. Bu kadar yıldan sonra, kimbilir ne sırlar bildiğini düşünmeden edemiyor insan. Evlerin içindeki en az elli yıllık eşyaları teker teker incelemekten alamıyorum kendimi. Her kapı, her sokak, her bina zaman makinesi gibi...

karakter analizi


19 Şubat 2009 Perşembe

kuğu gölü



sabırsız bekleyişin sonunda,




perde açılıyor,




Opera, bale ve tiyatro temsilleri, hayatın renkli, hareketli ve hala cazip bir parçası...
Bizim popüler sinema filmlerine gösterdiğimiz ilgiye benzer biçimde, her yaştan her kesimden insan son derece samimi bir ilgiyle hemen her temsile gidiyor. Opera binasına ilk ayak bastığım akşam, fuayede bekleyen gençlerin ve çocukların sayısı dikkat çekecek kadar çoktu. Her hafta değişen gösterilerin biletleri sudan ucuz... Devasa salonun bir yerinde, kesenize uygun boş bir koltuk mutlaka buluyorsunuz.

Tiflis Devlet Opera ve Bale Tiyatrosu, 2001 yılında 150. yılını kutlamış. Rus İmparatorluğu zamanında, bölgeye 1844 yılında atanan Kafkasya Valisi Mikhail Vorontsov, başka opera olmak üzere, Gürcistan'da yeni kültür kurumlarının oluşturulmasında öncü olmuş. 1845'de davet üzerine ülkeye gelen bir grup sanatçıyla birlikte, vodvil ve komedi oyunlarının temsilleri başlamış. 1847'de inşasına başlanan ilk opera binası, 4 yıl sonra tamamlanmış ve "ülkenin kültür hayatının kalbi" olmuş. Kafkasya'daki 800 sandalyeli bu ilk opera binasında, ilerleyen yıllarda Avrupa'dan gelen çok önemli sanatçılar sahne almış ve bazıları Tiflis'e yerleşmiş.

19. yüzyılın ikinci yarısında, şehir hayatında etkili olan "opera-mania" yüzünden, kalıcı bir sanatçı kadrosu oluşturulmasına karar verilmiş ve temsiller bale ve konserlerle çeşitlenmiş.
Tchaikovsky, Rubinstein, Rachmaninov,Usatov gibi isimler, Tiflis'te konser vermiş. Eski binayı harap eden yangından sonra, şehrin en büyük caddesi Rustaveli'de inşa edilen şimdiki opera binasının açılış tarihi 1896.



Operanın tarihiyle ilgili bu çok mühim bilgileri edindiğim, kurumun resmi sitesindeki "kimler geldi kimler geçti" bölümünü okumaya sabrım yetmedi.
Ben ancak modern tiyatronun inşasına kadar anlatabildim, gerisini çok merak edenler http://www.opera.ge/ adresine uğrayabilir.


not:
beğenisini gayet dolaysız ve coşkuyla gösteren, bölüm aralarını bile beklemeden "bravo" bağırışlarıyla ayağa fırlayan, baş dansçının zorlu bir figürünü müziği bastıran alkışlarıyla takdir eden, arada bir yanındakine birşeyler söylemekten çekinmeyen, çocuklara müdahale etmeyen, bence ancak bir "halk konserinde" görülebilecek samimiyetteki izleyiciye bayıldım.

bizim o "put gibi oturup", sonunda keyiften çok bel ağrısıyla çıktığımız muhtelif "yüksek sanat" aktivitelerini düşününce... :)

17 Şubat 2009 Salı

16 Şubat 2009 Pazartesi

sil baştan...



Ramona, bana ilkokul birler için hazırlanmış bir defter getirdi. Gürcüce öğrenebilir miyim bilmiyorum ama en azından alfabeyi çözüp, tabelaları okuyabilmeliyim. Satırların başındaki kırmızı harfleri, ok işaretlerine göre tek tek yazıp, sonra hecelere geçiyorum.

Aaaaaa, iiiiiiiii, eeeeeeee, ooooooooo...

Ama, bir "u" harfi bu kadar allengirli olmaz ki!

15 Şubat 2009 Pazar

sır




Cumartesi günü öğleden sonra, sonunda uzunca bir yürüyüş yapmaya fırsatım oldu.

Kısa bir süre sonra güneş gitti, hava puslandı. Hem bu sürekli gri, puslu hava yüzünden hem de bütün kareleri istila eden arabalar yüzünden caddeleri, bulvarları çekmek gelmiyor içimden.

Akıllara zarar sayıda özel araç, fazla kural kaide tanımadan kocaman bulvarlarda vızır vızır gidip geliyor. Otomobil fiyatları ucuz olduğu için azıcık parası olan herkesin kendine ait bir aracı var. Daha fazla parası olanlar da kocaman, çeşit çeşit jipler kullanıyor. Siyah camlı lüks otomobiller...

İşsiz kalanların büyük bölümü taksicilik yapmaya başlamış. Daha şimdiden, eski bir bakanlık çalışanı, eski bir polis, zamanında Türkiye'ye gidip gelmiş eski bir "işadamı", Tansu Çiller'in çok güzel bir kadın olduğunu söyleyen eski bir "heyet fotoğrafçısı", eski bir memur, eski bir dükkan sahibinin taksisine bindim bile...

Taksilerin vergi, işletme meselelerini nasıl çözdüklerini bilmiyorum ama müşterinin kanaati ve şoförün rızası, taksimetre yerine geçiyor. Kentin hemen her yerine, 4 ya da 5 lariye gidiliyor. Daha uzun mesafeler için, bazen binmeden önce fiyat sormak gerekiyor. Belli bir durağa bağlı çalışan, taksimetreli, telefonlu taksiler yeni yeni türemeye başlamış. Ama genelde pahalıya geldikleri için fazla tercih edilmiyorlar.

Bu heykel, oturduğum sokaktan ana caddeye çıkan köşedeki bakımsız meydanda. Kentin, eski dokusuna ait pek çok şey gibi belli ki artık gözden çıkarılmış. Çevresindeki meydan tırtıklana tırtıklana minicik kalmış. Dört bir yanında hızla ucube binalar inşa ediliyor. Şehrin her yerindeki bir sürü kıymetli, sembolik heykelin de kaderi aynı olmuş. Hemen arkalarına, yanlarına, üstlerine yerleştirilmiş devasa reklam panolarındaki "parlak yüzlü" şahsiyetler, sanki bütün geçmişlerine "nanik" yapıyor.

Bu gururla uzakları izleyen sakallı amcaya, arkasında neler olup bittiğini kimse söylemesin...





13 Şubat 2009 Cuma

12 Şubat 2009 Perşembe

hinkali



On gündür yediğim en lezzetli şey "hinkali". Bohçasını yiyip, ağzının büzülüp birleştirildiği sert hamur kısmını, yani sapını bıraktığınız yumruk kadar bir mantı. İştahla yumulup fotoğrafını çekmeyi unuttuğum için yenmemiş halinin görüntüsünü sonra ekleyeyim.

Burası da şehrin en kalabalık hinkali evlerinden biri... Salonun ortası bomboş, herkes kuytu locasına çekilmiş yemek yerken, Neri, bizim için sipariş veriyor: "Peynirli, mantarlı, patateslilerden dörder tane alalım çünkü bu arkadaş yeni düştü, hepsinin tadına bakmak istiyor"

(İyi yapan bulunursa, yine de en güzeli kıymalısı galiba... )

evimin kapısı...


Apartman boşlukları burada kimseye ait değil. Ne ışıklar yanıyor, ne temizleniyor... Kimbilir hangi zamanda yapılmış tadilatta sökülen kablolar, ortalıkta can çekişiyor. Bina kapısı olmayan kocaman bloglardaki, dışarıdan bir örnek görünen evlerin hepsi ayrı bir alemmiş dediklerine göre. Herkes kendi ihtiyacına ve bütçesine göre evinin içini tamamen yenilemiş. Hatta, binaların dışına doğru oda ekleyenler bile var.

İçi "süperlüks" dışı "neverland"...

Dolayısıyla komşuluk diye bir kavram da yok. Gelip gitmeyi, dostluk, ahbaplık etmeyi geçtim, yan dairede kim yaşıyor, ne yapıyor bilmiyorsun. Apartman merdivenlerinde karşılaşınca bile kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Uzun zamandır burada yaşayanlar, diyorlar ki bu halkın ortak alan diye bir mefhumu yok. "Dışarıyı" sevmiyor ve sahiplenmiyorlar. Bu algının yansımalarından birisi de, restoranlardaki yemek odaları. Birçok restoranda, grup olarak kapanıp, kimseyi görmeden ve görünmeden yiyip içilen odalar var. Belki bunun "içmeyi" çok sevmeleriyle de bir ilgisi vardır, kimbilir...