27 Ekim 2009 Salı

tek başına

işte böyle dygcum... :)



26 Ekim 2009 Pazartesi

yeraltı dünyası


şu hayatta korktuğum (galiba) tek bir hayvan var. hemcinslerimin alışılmış fare, yılan, örümcek, hamam böceği hatta bazen akıl almaz kedi korkularının aksine, ben cüsse olarak oldukça minik ve insanın karşısına -neyse ki- pek çıkmayan tek bir hayvandan, çekirgelerden korkuyorum. korkumun miktarını da şöyle tarif edebilirim: "çay bahçesinde mutlu mesut otururken, kedi, köpek, kelebek görüp sandalyesinden çığlıklar içinde fırlayan insanlar gibi değilim. ama bir çekirge beni oturduğum yerden kalkmaya ve o ortamı hızla terk etmeye ikna edebilir"

ne zaman nereye sıçrayacağı hiç belli olmayan bu hayvancağızlar, öngörülemez "mobilite" kabiliyetleriyle, hayatla başa çıkmak için içimde besleyip büyüttüğüm kontrol canavarımda fena halde alerji yaratıyor sanırım. o bildiğimiz yeşil büyük çekirgelerin de öyle habire zıplayıp durduğu falan yok aslında. epey bir düşünüp taşınıp, sanki nereye gitmek istediklerini çok iyi biliyormuş edasıyla, büyük bir enerjiyle sıçrayıveriyorlar.... çömelmiş sigara içen ve gelene geçene bakan amcalar gibi, kıvrık bacaklarının üstünde, tuhaf bir uyuşukluk içinde öylece oturuyorlar genelde...

"korktuğunun başına gelmesi" deyimine layık bir şekilde, bu şehirdeki nüfusu en kalabalık böcek familyası da çekirgeler iyi mi? şimdiye kadar karşıma çıkanlarını, biraz da minik cüsselerinden cesaret alarak çok umursamadım. ama geçen akşam, o minik yavruların "annesini" evde beni beklerken görünce metanetimi kaybettiğimi itiraf etmeliyim. işaret parmağımdan biraz büyükçe bir çekirge, gündüz açık bıraktığım havalandırma penceresinin kenarına kurulmuş sokağı izliyordu. tam perdeyi çekecekken göz göze gelince, müsaade istemeden odayı terk etmem ve kendime gelmek ve strateji belirlemek için mutfakta bir süre beklemem gerekti. çaresizce döndüğüm salonda, misafirimi dışarı "zıplamaya" ikna edene kadar çektiğim eziyet görülmeye değerdi. özellikle de, pencereye yaklaşmadan ve mümkün mertebe o tarafa doğru bakmadan, (görmeye tahammülüm yok evet) elimde muhtelif uzun şeylerle perdeye doğru yaptığım eskrim hamleleri... :)

çok eski, çok harabe, çok bakımsız binalarla dolu bu kente ilk geldiğimde, özellikle yaz aylarında her türlü haşereyle başımızın derde gireceğini sanmıştım. havanın ısınmasına rağmen, tuhaf biçimde korktuğum olmadı. oturduğum devasa blok da dahil olmak üzere, hiçbir apartmanda, merdiven boşluğunda ya da sokakta hamam böceğine rastlamadım. türlü çeşit bitki böceği evet, ama pislik ya da çöplerle özdeşleşmiş haşereler yok hiçbir yerde. üstelik, herhangi bir kamusal ilaçlama faaliyetine de denk gelmedim. (alo) böcüklerin yeryüzüne çıkmamasını, apartmanların altındaki çöp toplama odalarında (apartman içindeki uzun metal tahliye borularının ulaştığı büyük çöplükler) yaşayan, bazen seslerini duyduğum fare kolonileri gibi, büyük bir saadet içinde olmalarına bağladım neticede... bulundukları yerlerde o kadar mutlular ki, yemek bulmak için insan arasına karışma riskine girmiyorlar. gökten hergün yemek yağan cennetlerini neden terk etsinler ki?

temizlik konusunda ahkam kesmekte, bizim milletin üstüne yoktur malum. başka bir ülkeyi ziyaret edenlerin en çok dikkat ettikleri ve illa ki bir köşesinden değindikleri şey, sokakların "bal dök yala" olması ya da çöplerden yürünmediğidir. aylar önce, pislikten şikayet edenler kervanına ben de katılmış olsam da, zaman içinde bu kentin çok tanıdık bir bahtsızlıktan muzdarip olduğunu anladım: "eskinin, ne kadar silersen sil parlamayan yüzü..."

hani şu öğrenci evlerimizin, çamaşır sularıyla kırklanıp yine de temiz görünmeyen taş zeminleri...

bütün kenti mis gibi yıkayıp yunan, günler süren sağanak yağışlar da kar etmiyor; her ay parasını ödediğimiz için var olduklarını çok iyi bildiğimiz bina temizlikçilerinin çabası da...

ülkenin, içinden geçtiği sürece rağmen, hakkındaki kötü "şöhreti" hala temizleyememesine benzetiyorum bu durumu... bu alanda "nam salmış" bir coğrafyada olmasına rağmen, rüşveti ve yolsuzluğu, kısacık zamanda neredeyse tamamen silmiş olan ülkede, artık kimse herhangi bir işini yaptırmak için elini cebine atmak zorunda kalmıyor. yakın zamanda ofise uğrayan bir azeri meslektaş ve konuştuğum başka birçoğu, bastıra bastıra bunu söylüyordu örnekle... refah içinde olmak için ellerinde çok fazla kaynakları olduğundan ama dipsiz bir yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet sarmalına dolandıklarından şikayet eden misafirimiz, "Gürcistan, bu konuda çok büyük bir değişim geçirdi. Rüşvet burada tamamen bitti" diyordu.

büyük paraların döndüğü büyük masalarda, kimler neler yapıyordur bilemeyiz elbette, ama hepimizin karşılaştığı türlü basit denklemlerde, kimselerin "çorba parası" istemeyeceğini bilmek ne büyük bir toplumsal arınma hissi değil mi? çok değil, 10 yıl önce korkudan dışarı çıkılmaz halde olan sokaklarda, karşına bir kiralık katil, çeteci, mafya üyesi ve hatta polis çıkmasından korkmadan yürümek... evindeki hamamböcekleriyle sonsuza dek vedalaşmak...

birazcık öğrendiğim kadarıyla, bu değişimin arkasında, benim varsayımımdaki gibi "haşerelerin gökten yemek yağan izbelere gizlenmesi" yatmıyor. kamu kurumlarındaki bütün eski kadroların ayrım yapılmadan tasfiye edilmesi ve çok katı cezalarla toplum üzerinde gerçek bir baskı kurulması "kuralları" değiştirmiş. dolup taşan cezaevleri, zaman zaman çıkarılan aflarla yavaş yavaş boşaltılmaya çalışılıyor. genç ve tecrübesiz yeni kadrolar da, kısmen despotik bir yönetimden, demokrasiye geçmenin sınavını veriyor. tıpkı benim pencerede oturmuş düşünen çekirge gibi... bu kadar maceradan sonra, ya kocaman bir sıçrayış yapıp yemyeşil bahçeye düşecekler... ya da elime :)))

19 Ekim 2009 Pazartesi

pikselsiz


kaynak:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Tiflis_by_aivazovsky.jpg
(keşif için nuran hanım ve narella'ya teşekkürler :)

10 Ekim 2009 Cumartesi

aceleci ağaç


büronun hemen yanındaki sokakta...
beni her sabah güldürüyor.

5 Ekim 2009 Pazartesi

borjomi-nabeghlavi



yaz boyunca, litrelerce içtiğimiz doğal maden sularından en meşhurunun, borjomi'nin kaynağına gittik geçen hafta... fotoğraftaki, bu ortasından nehir geçen küçücük, yemyeşil, çoook güzel kentin merkezindeki park. tepelerdeki muhteşem ormanları koruyan milli parkın içinde de, kaplıcalardan yararlanmak için tesisler ve sanatoryumlar var.

şu camlı kubbenin altına, musluklarından doğal haliyle borjomi akan bir çeşme yapmışlar. gazlı ve serin halini lıkır lıkır içmeye alışmışım tabii, sebilini bulunca, bu bol kükürtlü, tuzlu, ılık mı ılık kaplıca suyunu hevesle ağzıma doldurdum... ama yutamayıp olduğu gibi püskürttüm... ne ayıp!!! insanlar, ellerinde bidonlarla gelmişler oysa.

borjomi, özellikle sovyet ülkelerinde efsane olmuş bir maden suyu. iyi gelmediği hastalık yok imiş. eczanelerde de satılıyor ve herkes herşey için onu içmenizi öneriyor. en çok mide hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. ben bir ara heveslenip yüzümü de yıkadım ama pek gençleştiğim söylenemez. savaştan sonra rusya, borjomi'ye de pazarını kapatmış. maden sularını birçok ülkeye satan gürcistan için bunun şarap ambargosu kadar "öldürücü" bir darbe olmadığı söyleniyor, çünkü maden sularını başka ülkeler de alıyor ama toplam şarap ihracatının yüzde 80'i rusya'ya gidiyormuş. (elde kalanları hep birlikte tüketmeye çalışıyoruz mecburen... :)

nabeghlavi de, borjomi'den sonra yükselişe geçen ikinci maden suyu markası... reklamlarında, "nabeghlavi is better... " sloganını kullanıyor. açık açık söylemeseler de, better than borjomi tabii ki... yüzyıldan uzun zamandır ticari olarak şişelenip satılan ve artık gerçek bir efsaneye dönüşen bir markayla mücadele etmek zor haliyle... yine de, daha az keskin tadıyla lezzet açısından tercih edilebilir gerçekten. başka markalar da var ama, ben yine de nafile yere, memlekette borjomi bulma hayali kuruyorum. (nil'in "dişlerim beyaz, dudaklarım kiraz, mineralim çok, çokum işte çok" şarkısıyla tüketimi artırmaya çalıştığını hesaba katarsak, gerçekten nafile bir hayal)

velhasıl, bu ülkede nereyi kazsan su fışkırıyor anladığım. zaten tiflis'in bazı eski bölgelerinde, şu tek tip apartmanlarda da, sıcak, kükürtlü kaplıca suyu akıyor musluklardan.
aahh ah, ne varsa eskilerde var diyorum, kimseye dinletemiyorum.

not: bir dahaki tatilini şimdiden planlamak isteyip, ama çok paramız yok diyenler, internetteki borjomi fotoğraflarına bir göz atsın derim, o derece yani...
bu da gönüllü reklam linki:
http://www.borjomi.com/en/