26 Ekim 2009 Pazartesi

yeraltı dünyası


şu hayatta korktuğum (galiba) tek bir hayvan var. hemcinslerimin alışılmış fare, yılan, örümcek, hamam böceği hatta bazen akıl almaz kedi korkularının aksine, ben cüsse olarak oldukça minik ve insanın karşısına -neyse ki- pek çıkmayan tek bir hayvandan, çekirgelerden korkuyorum. korkumun miktarını da şöyle tarif edebilirim: "çay bahçesinde mutlu mesut otururken, kedi, köpek, kelebek görüp sandalyesinden çığlıklar içinde fırlayan insanlar gibi değilim. ama bir çekirge beni oturduğum yerden kalkmaya ve o ortamı hızla terk etmeye ikna edebilir"

ne zaman nereye sıçrayacağı hiç belli olmayan bu hayvancağızlar, öngörülemez "mobilite" kabiliyetleriyle, hayatla başa çıkmak için içimde besleyip büyüttüğüm kontrol canavarımda fena halde alerji yaratıyor sanırım. o bildiğimiz yeşil büyük çekirgelerin de öyle habire zıplayıp durduğu falan yok aslında. epey bir düşünüp taşınıp, sanki nereye gitmek istediklerini çok iyi biliyormuş edasıyla, büyük bir enerjiyle sıçrayıveriyorlar.... çömelmiş sigara içen ve gelene geçene bakan amcalar gibi, kıvrık bacaklarının üstünde, tuhaf bir uyuşukluk içinde öylece oturuyorlar genelde...

"korktuğunun başına gelmesi" deyimine layık bir şekilde, bu şehirdeki nüfusu en kalabalık böcek familyası da çekirgeler iyi mi? şimdiye kadar karşıma çıkanlarını, biraz da minik cüsselerinden cesaret alarak çok umursamadım. ama geçen akşam, o minik yavruların "annesini" evde beni beklerken görünce metanetimi kaybettiğimi itiraf etmeliyim. işaret parmağımdan biraz büyükçe bir çekirge, gündüz açık bıraktığım havalandırma penceresinin kenarına kurulmuş sokağı izliyordu. tam perdeyi çekecekken göz göze gelince, müsaade istemeden odayı terk etmem ve kendime gelmek ve strateji belirlemek için mutfakta bir süre beklemem gerekti. çaresizce döndüğüm salonda, misafirimi dışarı "zıplamaya" ikna edene kadar çektiğim eziyet görülmeye değerdi. özellikle de, pencereye yaklaşmadan ve mümkün mertebe o tarafa doğru bakmadan, (görmeye tahammülüm yok evet) elimde muhtelif uzun şeylerle perdeye doğru yaptığım eskrim hamleleri... :)

çok eski, çok harabe, çok bakımsız binalarla dolu bu kente ilk geldiğimde, özellikle yaz aylarında her türlü haşereyle başımızın derde gireceğini sanmıştım. havanın ısınmasına rağmen, tuhaf biçimde korktuğum olmadı. oturduğum devasa blok da dahil olmak üzere, hiçbir apartmanda, merdiven boşluğunda ya da sokakta hamam böceğine rastlamadım. türlü çeşit bitki böceği evet, ama pislik ya da çöplerle özdeşleşmiş haşereler yok hiçbir yerde. üstelik, herhangi bir kamusal ilaçlama faaliyetine de denk gelmedim. (alo) böcüklerin yeryüzüne çıkmamasını, apartmanların altındaki çöp toplama odalarında (apartman içindeki uzun metal tahliye borularının ulaştığı büyük çöplükler) yaşayan, bazen seslerini duyduğum fare kolonileri gibi, büyük bir saadet içinde olmalarına bağladım neticede... bulundukları yerlerde o kadar mutlular ki, yemek bulmak için insan arasına karışma riskine girmiyorlar. gökten hergün yemek yağan cennetlerini neden terk etsinler ki?

temizlik konusunda ahkam kesmekte, bizim milletin üstüne yoktur malum. başka bir ülkeyi ziyaret edenlerin en çok dikkat ettikleri ve illa ki bir köşesinden değindikleri şey, sokakların "bal dök yala" olması ya da çöplerden yürünmediğidir. aylar önce, pislikten şikayet edenler kervanına ben de katılmış olsam da, zaman içinde bu kentin çok tanıdık bir bahtsızlıktan muzdarip olduğunu anladım: "eskinin, ne kadar silersen sil parlamayan yüzü..."

hani şu öğrenci evlerimizin, çamaşır sularıyla kırklanıp yine de temiz görünmeyen taş zeminleri...

bütün kenti mis gibi yıkayıp yunan, günler süren sağanak yağışlar da kar etmiyor; her ay parasını ödediğimiz için var olduklarını çok iyi bildiğimiz bina temizlikçilerinin çabası da...

ülkenin, içinden geçtiği sürece rağmen, hakkındaki kötü "şöhreti" hala temizleyememesine benzetiyorum bu durumu... bu alanda "nam salmış" bir coğrafyada olmasına rağmen, rüşveti ve yolsuzluğu, kısacık zamanda neredeyse tamamen silmiş olan ülkede, artık kimse herhangi bir işini yaptırmak için elini cebine atmak zorunda kalmıyor. yakın zamanda ofise uğrayan bir azeri meslektaş ve konuştuğum başka birçoğu, bastıra bastıra bunu söylüyordu örnekle... refah içinde olmak için ellerinde çok fazla kaynakları olduğundan ama dipsiz bir yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet sarmalına dolandıklarından şikayet eden misafirimiz, "Gürcistan, bu konuda çok büyük bir değişim geçirdi. Rüşvet burada tamamen bitti" diyordu.

büyük paraların döndüğü büyük masalarda, kimler neler yapıyordur bilemeyiz elbette, ama hepimizin karşılaştığı türlü basit denklemlerde, kimselerin "çorba parası" istemeyeceğini bilmek ne büyük bir toplumsal arınma hissi değil mi? çok değil, 10 yıl önce korkudan dışarı çıkılmaz halde olan sokaklarda, karşına bir kiralık katil, çeteci, mafya üyesi ve hatta polis çıkmasından korkmadan yürümek... evindeki hamamböcekleriyle sonsuza dek vedalaşmak...

birazcık öğrendiğim kadarıyla, bu değişimin arkasında, benim varsayımımdaki gibi "haşerelerin gökten yemek yağan izbelere gizlenmesi" yatmıyor. kamu kurumlarındaki bütün eski kadroların ayrım yapılmadan tasfiye edilmesi ve çok katı cezalarla toplum üzerinde gerçek bir baskı kurulması "kuralları" değiştirmiş. dolup taşan cezaevleri, zaman zaman çıkarılan aflarla yavaş yavaş boşaltılmaya çalışılıyor. genç ve tecrübesiz yeni kadrolar da, kısmen despotik bir yönetimden, demokrasiye geçmenin sınavını veriyor. tıpkı benim pencerede oturmuş düşünen çekirge gibi... bu kadar maceradan sonra, ya kocaman bir sıçrayış yapıp yemyeşil bahçeye düşecekler... ya da elime :)))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder