28 Aralık 2009 Pazartesi

evime



Hayatımda bir kez daha bu kadar kederli bir ülkede yaşayacak mıyım bilmiyorum. Belki küçücük coğrafyasına, kısacık zamanda bu kadar çok acıyı sığdırdığı için böyle hüzünlü... Belki, büyüdükleri evlerden, dostlarından ve geçmişinden koparılmış binlerce göçmeni olduğu için... Belki dostlarımdan ayrı olduğum için, belki kendi ülkemin gerçeği kaldıramayacağım kadar can yaktığından bir an gelip görmeyi reddettiğim için gizlice...
İlk geldiğimde bana demişlerdi ki, "Tiflis'in suyunu içen, bir daha buradan ayrılamaz". Yolculuk kapıya dayanmış olsa da, yalan söylemişler demeye dilim varmıyor; bir parçam sonsuza dek burada kalacak çünkü... Kılıcıyla ürküten o kocaman kadın, şimdi şarabıyla uğurluyor beni. Tanıdığım en gururlu insanların yaşadığı bu kederli kentin hafızasına minicik bir anı olarak yerleşse varlığım, hatta Gürcü Ana lütfedip arkamdan o şarkıyı söylese: "Sait midixar?"
Evime dönüyorum.

11 Aralık 2009 Cuma

aslını bozmadan



restorasyonun en kabul gören tanımı, "aslını bozmadan yenilemek" imiş. en sevdiğim caddelerden birinde, önünden hayranlıkla geçtiğim binalar iskelelerle kuşatılıyor bugünlerde. eski kent olarak bilinen bölgedeki bazı sokaklarda da yenileme çalışmaları tamamlandı. daha binlerce yapı, ömürlerini uzatacak müdahale için sıralarını bekliyor. kapılarının, pencerelerinin üzerinde pul pul kabarmış boyaları, firara meyletmiş balkonları, yüzlerinde hergün biraz daha derinleşen çizgileri ile hepsi birbirinden güzel onlarcası...


etrafa neredeyse elle tutulur bir hüzün yaysalar da, bu halleriyle de çok sevilesi olduklarını düşünüyorum. restorasyon çalışmalarına ayrılan kaynaklar kesilmezse ve birileri eskisinin üzerine "modern" bir kent inşa etmeye karar vermezse, 4-5 yıl sonra, sadece sokaklarını görmek için gelinen şehirlerden birisi olacak burası, çok eskiden olduğu gibi... Prag, Venedik, Budapeşte'nin yanında adı sayılacak. eğer tüm bu "yenileme" çabası, kentin böğrüne beton, cam, çelik hançerler sokup ruhunu öldürmezse...

peki şu bir sürü ailenin paylaştığı balkonlar, aslı bozulmadan nasıl yenilenir ki?


30 Kasım 2009 Pazartesi

kimsin?



Neşeli bir sohbet sırasında, "Gürcistan'ı tarih boyunca kimler istila etmiş?" sorusunu "Galiba sadece Çinliler gelmedi buraya" diye gülerek yanıtlamıştı Irina. Sonra, yüzyıllar boyunca bu kadar farklı milletin hükümdarlığı altında kalan bir ülkenin, dinini ve özellikle de dilini nasıl koruduğunu konuşmuştuk. Ve bir milletin parçası gibi hissetmek; milli kimlik giyinmek üzerine düşünmüştük. Geçmişine, geleneğine ve değerlerine çok sahip çıktığın için mi ulus olursun, yoksa hayatta kalmak için hepsine tüm gücünle tutunup bir ulus mu inşa edersin kendine?

Haftasonu, Narella hanımın ısrarlı çabası sonucu hep birlikte gittiğimiz anıt mezarlık, geçmişi inşa etmek ve bu geçmişin üzerine bir gelecek kurmanın neye benzediğini gösteriyor gibiydi. Ülkende yetişmiş bütün önemli sanatçıları, edebiyatçıları, yazarları ve şairleri; ulus kimliğini sahiplenen eski devlet adamlarını; zulüm görmüş, sürülmüş ve öldürülmüş ünlü kişileri bir kilisenin bahçesinde biraraya getirmek... Şiirleri, şarkıları, dansları, kıyafetleri, gelenekleri, dini ve dili eğirerek renkli yumaklar yaratmak... Bu ipleri uyum içinde kullanarak bir kilim dokumak... O iplere sahip çıkan herkesi, gelecek güzel günlere taşıyacak bir uçan halı...

Bu çocuksu benzetme gerçeğe yakın olsa, o kilimin tek bir düğümüne bile "başkalarının acısı" karışmamış olsa keşke! Oysa, birileri çıkar çöpleri halının altına süpürüverir illa ki...
Birileri renkleri beğenmez, güzelim desenleri oymaya girişir. Birileri öylesinin değil böylesinin daha "uygun" olduğuna karar verir, birileri saçaklarından çekiştirir, birileri eğirdiği iplere düşmanlık, intikam ve kin karıştırır. Birileri dokur, diğerleri bakar... Bazıları da belki, uçan halıdan aşağıya atılır.


Mezarlıktan çıkıp oturduğumuz kafede, daha altı ay önce varlığını bile bilmediği insanlardan ayrılacağı için gözyaşı döktü bazılarımız. Çünkü biz de bir yandan, Irina'nın söylediği gibi "zaman ve mekandan bağımsız dostluklar" eğiriyoruz.
Dünyanın her yerindeki heybetli kahramanlar, kurbanlar ve kutsalların yanına, bir tanecik de olsa "meçhul dostlar" anıtı dikilse keşke! Birbirlerini dinleyen, anlayan, belli ki her yerde aynı dili konuşan insanlar için...

26 Kasım 2009 Perşembe

bayram sofrası


Burası, Tiflis'in doğusundaki Kakheti bölgesinde bir köy... Ortasından Gürcistan'ın en büyük nehrinin geçtiği bu bereketli ovada, ülkenin meşhur üzümleri ve en lezzetli ürünleri yetişiyor.
Evin bahçe sınırlarını çizen tellerin ardında, ufukta Kafkas Dağları görünüyor.

gün batarken...

Bizim trabzon hurması olarak bildiğimiz karaloglar... Üzerlerinde hiç yaprak kalmayan hurma ağaçları, çocuklar çizmiş ya da süslemiş gibi görünmüyor mu?


Aziz Giorgi için kesilen süt danasının haşlanmasını bekleyen açlar... :)


Verandadaki aynaya saklanmış manzara...

İçi cevizli ya da bademli sucuklar...
Üzüm cenneti Gürcistan'ın, en çok övündüğü ve sevdiği yemiş. Soğanlar kış için toplanmış.

Bu defa, bayram nedeniyle kurulan ama aslında hiçbir bahaneye ihtiyaç duymayan Gürcü sofrası. Bu sofralarla ilgili anlatacak öyle çok şey var ki...
Arkadaşlarımızı tanıyan bir ailenin davetiyle, bu sofranın onur konukları olduk. Saatlerce süren yemeğin sonunda, üst üste yığılan ve hepsi birbirinden leziz yemeklerle dolu tabaklar nedeniyle masa görünmüyordu. Sofranın ahenginden sorumlu ve yetkilisi olan "tamada", Aziz için bir mum yakıyor ve ilk kadehi onun için kaldırıyor. Zaman ilerledikçe, masayı onurlandıran hemen herkes için içilecek...

4 Kasım 2009 Çarşamba

altgeçit




şehrin damarları gibi caddelerin altına gizlenmiş, insanların içinden "aktığı" geçitler... güvensiz ve korkutucu görünseler de, aslında herkesin, her saat kullandığı sokaklar gibiler. açılış ve kapanış saatleri tamamen sahibinin keyfine kalmış küçük dükkanları, bakımsız merdivenleri, florasanların yarattığı beyaz ışıkları, ingilizce duvar yazılarıyla hem çok aynı, hem çok farklılar... geceleri, evsizlere barınak olduklarını da gördüm. ışıkları hiç sönmüyor ama geceyarısından sonra yine de korkutucu...
bu benim hergün kullandığım altgeçit.
her sabah selamlaştığım büyük dut ağacının arkasında saklanıyor girişi...

2 Kasım 2009 Pazartesi

bulmaca



aradaki 70 milyar küsur farkı bulunuz :)

27 Ekim 2009 Salı

tek başına

işte böyle dygcum... :)



26 Ekim 2009 Pazartesi

yeraltı dünyası


şu hayatta korktuğum (galiba) tek bir hayvan var. hemcinslerimin alışılmış fare, yılan, örümcek, hamam böceği hatta bazen akıl almaz kedi korkularının aksine, ben cüsse olarak oldukça minik ve insanın karşısına -neyse ki- pek çıkmayan tek bir hayvandan, çekirgelerden korkuyorum. korkumun miktarını da şöyle tarif edebilirim: "çay bahçesinde mutlu mesut otururken, kedi, köpek, kelebek görüp sandalyesinden çığlıklar içinde fırlayan insanlar gibi değilim. ama bir çekirge beni oturduğum yerden kalkmaya ve o ortamı hızla terk etmeye ikna edebilir"

ne zaman nereye sıçrayacağı hiç belli olmayan bu hayvancağızlar, öngörülemez "mobilite" kabiliyetleriyle, hayatla başa çıkmak için içimde besleyip büyüttüğüm kontrol canavarımda fena halde alerji yaratıyor sanırım. o bildiğimiz yeşil büyük çekirgelerin de öyle habire zıplayıp durduğu falan yok aslında. epey bir düşünüp taşınıp, sanki nereye gitmek istediklerini çok iyi biliyormuş edasıyla, büyük bir enerjiyle sıçrayıveriyorlar.... çömelmiş sigara içen ve gelene geçene bakan amcalar gibi, kıvrık bacaklarının üstünde, tuhaf bir uyuşukluk içinde öylece oturuyorlar genelde...

"korktuğunun başına gelmesi" deyimine layık bir şekilde, bu şehirdeki nüfusu en kalabalık böcek familyası da çekirgeler iyi mi? şimdiye kadar karşıma çıkanlarını, biraz da minik cüsselerinden cesaret alarak çok umursamadım. ama geçen akşam, o minik yavruların "annesini" evde beni beklerken görünce metanetimi kaybettiğimi itiraf etmeliyim. işaret parmağımdan biraz büyükçe bir çekirge, gündüz açık bıraktığım havalandırma penceresinin kenarına kurulmuş sokağı izliyordu. tam perdeyi çekecekken göz göze gelince, müsaade istemeden odayı terk etmem ve kendime gelmek ve strateji belirlemek için mutfakta bir süre beklemem gerekti. çaresizce döndüğüm salonda, misafirimi dışarı "zıplamaya" ikna edene kadar çektiğim eziyet görülmeye değerdi. özellikle de, pencereye yaklaşmadan ve mümkün mertebe o tarafa doğru bakmadan, (görmeye tahammülüm yok evet) elimde muhtelif uzun şeylerle perdeye doğru yaptığım eskrim hamleleri... :)

çok eski, çok harabe, çok bakımsız binalarla dolu bu kente ilk geldiğimde, özellikle yaz aylarında her türlü haşereyle başımızın derde gireceğini sanmıştım. havanın ısınmasına rağmen, tuhaf biçimde korktuğum olmadı. oturduğum devasa blok da dahil olmak üzere, hiçbir apartmanda, merdiven boşluğunda ya da sokakta hamam böceğine rastlamadım. türlü çeşit bitki böceği evet, ama pislik ya da çöplerle özdeşleşmiş haşereler yok hiçbir yerde. üstelik, herhangi bir kamusal ilaçlama faaliyetine de denk gelmedim. (alo) böcüklerin yeryüzüne çıkmamasını, apartmanların altındaki çöp toplama odalarında (apartman içindeki uzun metal tahliye borularının ulaştığı büyük çöplükler) yaşayan, bazen seslerini duyduğum fare kolonileri gibi, büyük bir saadet içinde olmalarına bağladım neticede... bulundukları yerlerde o kadar mutlular ki, yemek bulmak için insan arasına karışma riskine girmiyorlar. gökten hergün yemek yağan cennetlerini neden terk etsinler ki?

temizlik konusunda ahkam kesmekte, bizim milletin üstüne yoktur malum. başka bir ülkeyi ziyaret edenlerin en çok dikkat ettikleri ve illa ki bir köşesinden değindikleri şey, sokakların "bal dök yala" olması ya da çöplerden yürünmediğidir. aylar önce, pislikten şikayet edenler kervanına ben de katılmış olsam da, zaman içinde bu kentin çok tanıdık bir bahtsızlıktan muzdarip olduğunu anladım: "eskinin, ne kadar silersen sil parlamayan yüzü..."

hani şu öğrenci evlerimizin, çamaşır sularıyla kırklanıp yine de temiz görünmeyen taş zeminleri...

bütün kenti mis gibi yıkayıp yunan, günler süren sağanak yağışlar da kar etmiyor; her ay parasını ödediğimiz için var olduklarını çok iyi bildiğimiz bina temizlikçilerinin çabası da...

ülkenin, içinden geçtiği sürece rağmen, hakkındaki kötü "şöhreti" hala temizleyememesine benzetiyorum bu durumu... bu alanda "nam salmış" bir coğrafyada olmasına rağmen, rüşveti ve yolsuzluğu, kısacık zamanda neredeyse tamamen silmiş olan ülkede, artık kimse herhangi bir işini yaptırmak için elini cebine atmak zorunda kalmıyor. yakın zamanda ofise uğrayan bir azeri meslektaş ve konuştuğum başka birçoğu, bastıra bastıra bunu söylüyordu örnekle... refah içinde olmak için ellerinde çok fazla kaynakları olduğundan ama dipsiz bir yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet sarmalına dolandıklarından şikayet eden misafirimiz, "Gürcistan, bu konuda çok büyük bir değişim geçirdi. Rüşvet burada tamamen bitti" diyordu.

büyük paraların döndüğü büyük masalarda, kimler neler yapıyordur bilemeyiz elbette, ama hepimizin karşılaştığı türlü basit denklemlerde, kimselerin "çorba parası" istemeyeceğini bilmek ne büyük bir toplumsal arınma hissi değil mi? çok değil, 10 yıl önce korkudan dışarı çıkılmaz halde olan sokaklarda, karşına bir kiralık katil, çeteci, mafya üyesi ve hatta polis çıkmasından korkmadan yürümek... evindeki hamamböcekleriyle sonsuza dek vedalaşmak...

birazcık öğrendiğim kadarıyla, bu değişimin arkasında, benim varsayımımdaki gibi "haşerelerin gökten yemek yağan izbelere gizlenmesi" yatmıyor. kamu kurumlarındaki bütün eski kadroların ayrım yapılmadan tasfiye edilmesi ve çok katı cezalarla toplum üzerinde gerçek bir baskı kurulması "kuralları" değiştirmiş. dolup taşan cezaevleri, zaman zaman çıkarılan aflarla yavaş yavaş boşaltılmaya çalışılıyor. genç ve tecrübesiz yeni kadrolar da, kısmen despotik bir yönetimden, demokrasiye geçmenin sınavını veriyor. tıpkı benim pencerede oturmuş düşünen çekirge gibi... bu kadar maceradan sonra, ya kocaman bir sıçrayış yapıp yemyeşil bahçeye düşecekler... ya da elime :)))

19 Ekim 2009 Pazartesi

pikselsiz


kaynak:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Tiflis_by_aivazovsky.jpg
(keşif için nuran hanım ve narella'ya teşekkürler :)

10 Ekim 2009 Cumartesi

aceleci ağaç


büronun hemen yanındaki sokakta...
beni her sabah güldürüyor.

5 Ekim 2009 Pazartesi

borjomi-nabeghlavi



yaz boyunca, litrelerce içtiğimiz doğal maden sularından en meşhurunun, borjomi'nin kaynağına gittik geçen hafta... fotoğraftaki, bu ortasından nehir geçen küçücük, yemyeşil, çoook güzel kentin merkezindeki park. tepelerdeki muhteşem ormanları koruyan milli parkın içinde de, kaplıcalardan yararlanmak için tesisler ve sanatoryumlar var.

şu camlı kubbenin altına, musluklarından doğal haliyle borjomi akan bir çeşme yapmışlar. gazlı ve serin halini lıkır lıkır içmeye alışmışım tabii, sebilini bulunca, bu bol kükürtlü, tuzlu, ılık mı ılık kaplıca suyunu hevesle ağzıma doldurdum... ama yutamayıp olduğu gibi püskürttüm... ne ayıp!!! insanlar, ellerinde bidonlarla gelmişler oysa.

borjomi, özellikle sovyet ülkelerinde efsane olmuş bir maden suyu. iyi gelmediği hastalık yok imiş. eczanelerde de satılıyor ve herkes herşey için onu içmenizi öneriyor. en çok mide hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. ben bir ara heveslenip yüzümü de yıkadım ama pek gençleştiğim söylenemez. savaştan sonra rusya, borjomi'ye de pazarını kapatmış. maden sularını birçok ülkeye satan gürcistan için bunun şarap ambargosu kadar "öldürücü" bir darbe olmadığı söyleniyor, çünkü maden sularını başka ülkeler de alıyor ama toplam şarap ihracatının yüzde 80'i rusya'ya gidiyormuş. (elde kalanları hep birlikte tüketmeye çalışıyoruz mecburen... :)

nabeghlavi de, borjomi'den sonra yükselişe geçen ikinci maden suyu markası... reklamlarında, "nabeghlavi is better... " sloganını kullanıyor. açık açık söylemeseler de, better than borjomi tabii ki... yüzyıldan uzun zamandır ticari olarak şişelenip satılan ve artık gerçek bir efsaneye dönüşen bir markayla mücadele etmek zor haliyle... yine de, daha az keskin tadıyla lezzet açısından tercih edilebilir gerçekten. başka markalar da var ama, ben yine de nafile yere, memlekette borjomi bulma hayali kuruyorum. (nil'in "dişlerim beyaz, dudaklarım kiraz, mineralim çok, çokum işte çok" şarkısıyla tüketimi artırmaya çalıştığını hesaba katarsak, gerçekten nafile bir hayal)

velhasıl, bu ülkede nereyi kazsan su fışkırıyor anladığım. zaten tiflis'in bazı eski bölgelerinde, şu tek tip apartmanlarda da, sıcak, kükürtlü kaplıca suyu akıyor musluklardan.
aahh ah, ne varsa eskilerde var diyorum, kimseye dinletemiyorum.

not: bir dahaki tatilini şimdiden planlamak isteyip, ama çok paramız yok diyenler, internetteki borjomi fotoğraflarına bir göz atsın derim, o derece yani...
bu da gönüllü reklam linki:
http://www.borjomi.com/en/

24 Eylül 2009 Perşembe

yedi kuşak öteden gel

Tiflis'ten ayrılmadan önce son eklediğim fotoğrafta, hani şu nehirlerin birleştikleri... işte o manzaraya bakan kilise burası... İçeride beni çok heyecanlandıran bir sürprizle karşılaşmıştık: Gerçek bir düğün... Mumlar, tütsüler ve dualar arasında isli puslu, çok ciddi, çok uhrevi bir havada... Yine de genç çift, arkadaşlarının da kışkırtmasıyla elbette, arada sırada gizli gizli kıkırdamaktan alamıyordu kendini. Başlarının üzerinde tutulan taçlarla, kilisenin ortasındaki beyaz örtülü kümbetin etrafında (belki bir mezar) beş altı tur attılar. Yeniden durduklarında kutsandılar. Birisi, "gelini öpebilirsin" dedi mi bilmiyorum ama masum bir öpücükle nihayetlendi tören. Sonra tebrikler... tebrikler... ve rahatlamış yüzlerde, mutlu gülümsemeler...









Gelinle damadın yanında duran (sağdıçlar mı demeli?) arkadaşlar, doğacak çocukların da vaftiz annesi ve babası oluyormuş. Vaftiz velisi olmak sorumluluk isteyen bir görev. Kilise, aralarında kan bağı olanların, yedi kuşağa kadar hem de, evlenmelerini kati biçimde yasaklıyor. Vaftiz annelik ya da babalık varsa yine akraba oldun sayılıyor, üstelik bu durumda yasak dokuz kuşağı kapsıyormuş. Kan bağı kolay diyorlar, aileler kökenleri hakkında çok iyi bilgi sahibi... Ama sadece kilisenin tuttuğu defterlere yazılan vaftiz kayıtları Sovyet döneminde kaybolup gitmiş. Şimdi, senin kızı benim oğlana alırız diye hayal kuranlar, vaftiz akrabalığından uzak durmalı öyleyse...

16 Eylül 2009 Çarşamba

hoşbuldum

31 ocak'ta, evime geldiğim ilk gece, yine bir elektrik kesintisi yüzünden karanlıkta otururken, birisi kapıyı aralayıp (kim mesela ya da ne ki? :) o saatte çifte kilitli, sürgülü kapıları aralayabilen kim? üstünde siyah ulusal kostümleri ile yaklaşık 50 santimlik bir cin herhal...) sırıtarak ve ne hikmetse anladığım bir dilde konuşarak deseydi ki: "şşşşşşt, ne somurtuyon türk kızı? eylülde izinden döndüğünde, yatağına gömülüp huzur içinde, mutlu mutlu uyuyacaksın"
elime ilk geçen şeyi, balkondaki balkonum kadar uydu antenini mesela kafasına atardım.
dün akşam, havaalanından pazarlıkla bindiğim taksici, ibreyi 180'e dayayıp kente doğru uçarken, içimi sevimsiz bir duygu kaplayacak diye korkmuştum. tek sevimsizlik, sesi çok açık (her zaman öyledir) radyoda bangır bangır çalan (ingilizce) müzikten kafamın şişmesi ile taksicinin yolda hafıza kaybına uğrayıp, evin önünde fazladan para istemesi oldu. gideceğim yeri, binmeden önce tam olarak söylememe rağmen, bana diyor ki 20 lariyi kent merkezi için söyledim, burası 30... adamın omzunu parmağımla dürterek falan cengaverce mücadeleye giriştim. beeeeeeen, (meeee) sana kıpşidze dedim, sen 40 dedin, ben 20 dedim, sen ok dedin. o da ısrarla diyor ki, öyle değilmiş, o merkezi söylemişmiş, burası merkez değilmiş... bozuk plak gibi tekrarlıyorum, sonra hızımı alamayıp, rusça "ben burada çalışıyor, ben biliyorum taksi kaç" diye devam ediyorum. gürcüce söylenip duruyor, bir ara gider gibiyken galiba küfrediyor. yine kolundan çekip, omuzundan omuzundan dürtüklüyorum adamı... beeeeen 20 dedim. seeeen ok dedin... vırvır vır...
"siz türkler böyle, dolar, para, vermek, çok..." diye bişeyler söylüyor aralardan seçtiğim. (sizde dolar çok, burda kazanır, bize vermezsiniz diye araları tamamlıyorum ülke tecrübemle) "dolaaaar? ne doları be? ne diyosun kardeşim sen?" diye bu defa türkçe celallenmişken, pes edip gidiyor. içi çoklukla gıda dolu (bir kilo tarhana misal, yok burada...) bavulları çekiştire çekiştire eve atıyorum kendimi. elbette elektrikler kesik... faturaları, üç kuruşla yaşayan halka başka türlü ödetemeyen kuruluş, (merkezi finlandiya'da olan bir rus şirketine aitmiş. şaka gibi... özellikle enerji alanındaki bu çok uluslu şirketleşmeyi, aracıları, sahiplik yapısını falan üşenmeyip kurcalasa insan aslında... bağlantıları çıkarıp, haritalandırınca, tek bir merkeze ulaşır mıyız diye merak ediyorum) son ödeme tarihini geçirdiğin anda gelip çat diye indiriyor mühürlü, demir dolapların içinde duran saatlerin şalterlerini... sonra faturamı ödedim vallahi diye adamların peşine düşüp, yeniden açtırman gerekiyor. rivayet o ki, doğalgazla suyu kesemiyorlarmış eski usül altyapı yüzünden. boruları kaynakla falan kesip kapatmak gerekiyormuş. doğalgaz saatleri evlerin içinde zaten. her ay bir teyze gelip, ben bulaşık yıkarken, ortalığı silerken ya da yemek pişirirken falan, saati okuyup gidiyor. akraba gibi olduk kadınla...
herneyse, elektrik faturam öksüz kalmış ve doğal olarak kapatmışlar şalterimi. dolaptaki yedek mumları buldum hemen. "yıllarca karanlıkta, gaz lambasıyla yaşadık. sonra gaz da bitti" diyen gürcü arkadaşlarım olmasa, sinirlenirdim belki. buzlukta mahsur kalınca, ayrılıkçı bakterilerin anayurt edindiği halis trabzon tereyağından başka hasar da yok nasılsa... sıcak duş hayallerini yarına erteleyip, erkenden yatarım ne yapayım... öyle de yaptım. pınar'la dışarda bir akşam yemeği ve son havadisler sohbeti yaptıktan sonra eve döndüm. yıllarca bizi "ortopedik, sağlıklı, yaylı yaylı" diyerek, kazık gibi şiltelerin üzerinde uyutan şirketlere bir kez daha söylenerek, yumuş mu yumuş, rahat mı rahat, belime omuruma şefkat gösteren pamuk yatağıma gömülüp uyudum.
ben tiflis'in eylülünü ne bileyim? sanmıştım ki, bütün kentin üstünü örten o koca çınarların yaprakları çoktan sarardı soldu. hava ayaza dönmüş, sevimsiz kış haline bürünmüştür şehir. kocakent, hala yemyeşil pırıldayan ağaçları, çimenleriyle karşıladı beni... yaz bitmiş ama öylesine yumuşak, o kadar hoş bir sonbahar başlamış ki... gökyüzü bulutlu, hava sıcacık. sokağın karşısındaki marketin ışığı, evin içini aydınlatıp bana fener oluyor yine... minicik evimin ahşap zemini hala gıcırdıyor. komşu teyze bu sabah, kapıya sıkıştırıldığı için "evde yokum" tabelasına dönüşen faturalarımı getirdi. birşey olmasın diye almış, saklamış. sabah bilgisayarın başına oturup, bir günde okudum bütün haberleri... ne olup bitmiş diye not aldım. masamın üzerindeki takvime baktım. burada geçecek günlerim, iki parmağımın arasında tuttuğumda, görünmeyecek kadar azalmış...
şu kafasına anten atacağım cin kişi belirse şimdi masamın altında, çok sevdiği türk kahvesinden ikram edip, "nereden bildin cüce? nasıl oluyor da oluyor böyle?" diye soracağım.
sadece alışmamışım çünkü, basbayağı özlemişim memleketini...

15 Ağustos 2009 Cumartesi

kavuşma


Eski başkent Mtskheta'da, Aragvi ve Mtkvari nehirlerinin buluştuğu nokta...
Sözleşmişler, özleyenler, ayrı düşenler, yol gözleyenler için,
şimdi en çok benim için nasıl da ilham verici...
yeniden görüşmek üzere,
sonbaharda!

11 Ağustos 2009 Salı

bir yıl sonra...


acı, üzüntü, çaresizlik...
ama geriye kalan, en çok öfke galiba. "harici" bir düşmana. düşmanlara...
"yok etmek, parçalamak, işgal etmek isteyen. hak iddia eden, boyunduruk altına alan, küçük gören..." (en çok buna kızıyor bu insanlar)
kaybedilen herkes ve herşey için, sessizlik içinde bir dakika...



parlamento binası çevresi ve bütün caddeye yerleştirilmiş cansız mankenler.
üzerlerinde, "geçmişi hatırlatan" sovyet uniformaları... üşenmemiş, koca koca tankları getirmişler caddeye, sokak lambalarını, aşağıya sarkmış kızıl ordu bayraklarıyla donatmışlar. savaşta ölmeyen, yaralanmayan "gerçek" askerler, hevesli gençler tankların üzerine çıkıp şımarmasınlar diye nöbette bekliyor. bu tanklar, bu caddelerde yürüdü... unutmayın!!!


"Anlaşmadan, işgale uzanan yol" serginin adı... Çarlık Rusya'sıyla nispeten iyi ilişkilerden, hiç affedilmeyen işgali ve egemenliğin kaybını, yeniden bağımsızlık çabalarıyla geçen yılları anlatan fotoğraflar ve belgeler... El yazısıyla yazılmış "sürgün, idam emirleri, kovuşturma talimatları" Diyorlar ki, Stalin'den bu ülkede sadece yaşlılar "övgüyle" söz eder, çünkü onlar aksini asla "düşünemedi" bile... Hala korkuyla karışık bir hayranlık duymaları bundan.

Bakın bunlar sürüldü. Şunlar öldürüldü. Öbürleri kayıp...
Nefret etmek için nedenlerimiz var.
Tarih peşimizi bırakmaz, güçlü olmak için birlik olmalıyız, kimse şikayet etmesin.
Bugünün liderlerinin geçmişe "ihtiyacı" var.

Kentin en büyük caddesi bir kez daha kapatılmış. Temsili kontrol noktalarından geçerek girilen "sergi alanında" gezinen yaşlılar, bazı panoların önünde hararetle tartışıyor. Hafızaları ve belgeler arasında paralellik kuruyorlar ya da itiraz ediyorlar belli ki. Gençlerin çoğu için, heryer devasa bir açık hava stüdyosu... Hadi, Çarların resimleri önünde fotoğraf çektirelim.

Savaş nedeniyle evlerini, köylerini, yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan çocuklar, büyük, mavi güvercinler ve kocaman bayraklar resmediyordu. Bazıları da, televizyondan izledikleri görüntülerin benzerini...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

kulaktan kulağa...





izin vakti yaklaştıkça, daha az yazmak ister oldum. her zamanki gibi, önce zihnim terk eyliyor herhalde mekanı... oysa, önümde yoğun olacağını bildiğim günler var. bir savaşın "yıldönümü" yaklaşıyor, keşke kutlanacak birşey olsaydı... yine inanamayarak bakıyorum yazılıp söylenenlere... duyanlar, görenler sanacak ki, yeni bir savaş kapıda, başladı başlayacak. oysa değil, bence değil, ihtiyatı cebimde tutsam da söyleyebilirim şunu: "hayır, olmayacak".
"tüm taraflar" ağzının payını almış görünüyor çünkü, en azından bunu göze alacak yeni bir çıkar hesabına düşmüş değiller şimdilik.
şaşırıp şaşırıp duruyorum, "tanklar yürüyor, ipler gerildi, gerilim artıyor, ateşler açıldı, karşılık verildi, tırmandıkça tırmandı, ha oldu ha olacak" diyen meslektaşlarıma. yahu yok! gerçekten öyle değil... her haber açışımda, bu sözlerle karşılaştığımda, endişe içinde "birşey mi kaçırdım" diye dört dönüyorum. oraya buraya bütün kaynaklara bakıyorum, soruyorum, kurcalıyorum, birşey bulamıyorum. hani ateş, hani tank? yahu ben niye görmüyorum?
ben galiba bu iş için fazla doğrucu ve ihtiyatlıyım. tek bir kelimenin, "gerçek" insanların "gerçek" hayatlarına yapacağı muhtemel etkileri düşündükçe geriliyorum, hele de bizzat şahit olduğum gerçekliğin böylesi kolayca çarpılması karşısında tabiri caizse "dumur oluyorum". kendimi, şu manolyanın kökleri kadar yaşlı bir dinozor gibi hissediyorum bazı zaman... herşey o kadar hızla ve kontrolsüz bir şekilde değişiyor, öylesine çabuk eskiyor, o kadar tanınmaz hale geliyor ki... ışık hızıyla akan, milyonların katıldığı bir "kulaktan kulağa" oyunu gibi... ilk söyleyenin ne dediğini aslında kimse öğrenemiyor, belki de en kötüsü, sonunda kendisi bile hatırlamıyor.
velhasıl,
burada sinirler gergin evet, insanlar korkulu... her açıklamayı suçlamalar zaptediyor. galiba herkes, yaşananları en çok şimdi hatırlıyor. ama bakın teyzeme, botaniğin en huzurlu köşelerinden birinde, oturmuş sessiz sessiz dua okuyor. bütün başkent tatile gitti, sokaklar boşaldı. emlakçı irina bebeğini doğurdu, şimdi de kucağında taşıyarak ev gezdiriyor. yezidi taksici (şarkiyat mezunu, gazeteci) ramaz, çocukları için fransa'ya yerleşme hayalleri kuruyor. yaşlı amcalar akşamları vake parkta satranç oynuyor. gençler, giyinip süslenip barlara doluşuyor. restoranlar, kafeler bile yaz nedeniyle tatile girdi. ama ağustos'a inat, yine deli gibi yağmur yağıyor. sadece kendi ritmine uymuş, sessiz, sakin akıyor hayat.
(ne dedi ne dediiiiii, tıpkı geçen ağustos gibi mi dedi?)

22 Temmuz 2009 Çarşamba

batum'da

Batum'dan bir iki fotoğraf ekledim, bir de dostlara yazdığım mektuptan kısa bir bölüm aşağıda...
(okuyanlar kusura bakmasın)





(...)
buraları, buraların insanlarını nasıl anlatacağımı bir türlü bilmiyorum aslında...
picasso sergisinde, en büyük müzede, başbakanın, devlet bakanının gözünün içine flaş patlata patlata fotoğraf çekebilmek mesela... her istediğimiz binaya (resmi-özel) elimizi kolumuzu sallaya sallaya girebilmek. çitler, güvenlik kordonları, yere çizilmiş protokol çizgileri, koltukların üzerinde muhterem devletlilerin isimlerinin yazılı olduğu kağıtların yokluğu ve bizim "normal" sandığımız bir milyon şeyin aslında hiç de normal olmadığının, doğal olmadığının, kimsenin kimseden bir üstünlüğünün olmadığının "içe işlemiş" bilgisini...
bu hissi, bu insanlık halini nasıl anlatsam?
höt, zöt, dur, nereye demeyen onlarca görevli, yetkili, güvenlikçi, bekçi... batum'daki muhteşem botanik parkının (bir tek rus bitki bilimcinin ömrünü verip yarattığı bir yeryüzü cenneti) eski mi eski ve yıkılmaya yüz tutmuş yönetim binasının içinden çıkıp da, bize nefis bir patika öneren, ısrarla gürcüce, rusça konuşan, anlamasak da bir sürü şey anlatan güvenlik görevlisi... anne baba ben, bitmek bilmeyen ama muhteşem patikada yürürken neden tedirgin olduk ki? bizim içimize işleyen de, "birilerinin bize her daim yalan söyleyip, bir kötülük yapabileceği" bilgisi işte....
oysa, bu ülkede herşey meydanda... elektrik kabloları, doğalgaz boruları, asfaltların ortasında kapağı düşmüş kanalizyon tünellerinin dipleri, yöneticiler, zenginler, yoksullar... kadınlar, bütün kadınların saçları... bazen memeleri... duygular meydanda... havada uçan sandalyeler, sokak ortasında bağırışan adamlar, yolun kenarında kimbilir niye ağlayan "semiçka"cı teyze, geçmişin bütün izleri... zamanın insanların ve ülkenin üzerinde bıraktığı bütün çizgiler... 10 metrekare odalarda 10 kişi yaşayıp da, acaba nerede becerilip de sürülen renkli ojeler parmaklarda...
dünyanın rezil düzeninin camlı ucube yüksek binalar ve bilumum markalı mağazalar ile çoktan içeri sızdığı ama insanların ruhlarına daha sızamadığını söylesem...
ilkokul yıllarımızda, elimizde meyve, su, simit, havlu dolu çantalarımızla, hiçbir "tesisin" olmadığı bakir kıyılarda yaptığımız deniz tatillerini hatırladım batum'da. arkada, plastik sandalyeli, tenteli küçük büfemsi yerlerde pişen, dumur edici lezzette ucuz yemekleri... o zaman dünya çok ama çok büyük bir yerdi sanki. biz, depiş depiş sığıştığımız dolmuşlarla, sanki dünyanın en güzel kumsalına giderdik. çekirdek, haşlanmış mısır ve gazoz satardı sahilde dolaşan kadınlar.
sahip olduğumuz, satın aldığımız, yediğimiz, içtiğimiz, gördüğümüz herşeyin kıymetini ne çok bilirdik.
(...)

21 Temmuz 2009 Salı

sait midixar...


nereye gidiyorsun?

(Nika Memanişvili ve Nato Meton)

18 Temmuz 2009 Cumartesi

evde bir bayram havası

"içimi kemirir durur çok zaman, olur olmaz bir yerde olur olmaz sorular, açılır zaman zaman bir kapı, olur olmaz bir yerden olur olmaz bir yere, bir sinemanın önündeyim, siyah beyaz bir film varmış, annem babam beni çok severmiş..."



Ankara'dan arkadaşım geldi, memleketten ilk misafirim. Cebinde kitaplar ve Duygu'nun içine dünyaları sığdırdığı bir küçük kese ile... Aylardır yaşadığım kenti, iki fazladan gözle yeniden inceledim. Görmediklerimi gördüm, gezmediklerimi gezdim, yediklerimi bi daha yedim :) Trene binip Batum'a gittim, Sarp sınır kapısının ötesine baktım ciğerci kedisi gibi... Neyse ki kapı açıldı, annemle babamı bana getirdi. İki gidip üç döndüm evime, kısacık zamanda Tiflis'i özledim, kendime şaştım. Fotoğraflar, hikayeler birikti, hınçla bastıran sıcaktan erimeye başladılar hatta... Elle tutulacak kıvama gelsinler diye dolaba koydum hepsini. Evimin zilini çalmanın, oturup birlikte yemek yemenin, geceleri mutfakta sohbet etmenin tadını çıkarıyorum şimdi.