22 Temmuz 2009 Çarşamba

batum'da

Batum'dan bir iki fotoğraf ekledim, bir de dostlara yazdığım mektuptan kısa bir bölüm aşağıda...
(okuyanlar kusura bakmasın)





(...)
buraları, buraların insanlarını nasıl anlatacağımı bir türlü bilmiyorum aslında...
picasso sergisinde, en büyük müzede, başbakanın, devlet bakanının gözünün içine flaş patlata patlata fotoğraf çekebilmek mesela... her istediğimiz binaya (resmi-özel) elimizi kolumuzu sallaya sallaya girebilmek. çitler, güvenlik kordonları, yere çizilmiş protokol çizgileri, koltukların üzerinde muhterem devletlilerin isimlerinin yazılı olduğu kağıtların yokluğu ve bizim "normal" sandığımız bir milyon şeyin aslında hiç de normal olmadığının, doğal olmadığının, kimsenin kimseden bir üstünlüğünün olmadığının "içe işlemiş" bilgisini...
bu hissi, bu insanlık halini nasıl anlatsam?
höt, zöt, dur, nereye demeyen onlarca görevli, yetkili, güvenlikçi, bekçi... batum'daki muhteşem botanik parkının (bir tek rus bitki bilimcinin ömrünü verip yarattığı bir yeryüzü cenneti) eski mi eski ve yıkılmaya yüz tutmuş yönetim binasının içinden çıkıp da, bize nefis bir patika öneren, ısrarla gürcüce, rusça konuşan, anlamasak da bir sürü şey anlatan güvenlik görevlisi... anne baba ben, bitmek bilmeyen ama muhteşem patikada yürürken neden tedirgin olduk ki? bizim içimize işleyen de, "birilerinin bize her daim yalan söyleyip, bir kötülük yapabileceği" bilgisi işte....
oysa, bu ülkede herşey meydanda... elektrik kabloları, doğalgaz boruları, asfaltların ortasında kapağı düşmüş kanalizyon tünellerinin dipleri, yöneticiler, zenginler, yoksullar... kadınlar, bütün kadınların saçları... bazen memeleri... duygular meydanda... havada uçan sandalyeler, sokak ortasında bağırışan adamlar, yolun kenarında kimbilir niye ağlayan "semiçka"cı teyze, geçmişin bütün izleri... zamanın insanların ve ülkenin üzerinde bıraktığı bütün çizgiler... 10 metrekare odalarda 10 kişi yaşayıp da, acaba nerede becerilip de sürülen renkli ojeler parmaklarda...
dünyanın rezil düzeninin camlı ucube yüksek binalar ve bilumum markalı mağazalar ile çoktan içeri sızdığı ama insanların ruhlarına daha sızamadığını söylesem...
ilkokul yıllarımızda, elimizde meyve, su, simit, havlu dolu çantalarımızla, hiçbir "tesisin" olmadığı bakir kıyılarda yaptığımız deniz tatillerini hatırladım batum'da. arkada, plastik sandalyeli, tenteli küçük büfemsi yerlerde pişen, dumur edici lezzette ucuz yemekleri... o zaman dünya çok ama çok büyük bir yerdi sanki. biz, depiş depiş sığıştığımız dolmuşlarla, sanki dünyanın en güzel kumsalına giderdik. çekirdek, haşlanmış mısır ve gazoz satardı sahilde dolaşan kadınlar.
sahip olduğumuz, satın aldığımız, yediğimiz, içtiğimiz, gördüğümüz herşeyin kıymetini ne çok bilirdik.
(...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder